Türk Kahvesi
https://www.cumhuriyet.com.tr
Türk kahvesi, geçmişten günümüze uzanan kültürel bir miras, geleneklerle harmanlanmış bir lezzet ve sosyal hayatın en zarif molalarından biri. Öyle ki bu eşsiz kahve, yalnızca bir içecek olmaktan çok öteye geçmiş; tarih boyunca dost meclislerinin vazgeçilmezi, diplomasi masalarının sessiz tanığı, edebiyatın ilham kaynağı ve toplumsal bağların sembolü haline gelmiş. Bir fincan Türk kahvesi, yalnızca köpüğüyle değil, taşıdığı anlamlarla da yıllardır sofralarımıza değer katmaya devam ediyor.
Türk kahvesinin hikâyesi, kahvenin Etiyopya’dan başlayıp Yemen üzerinden Osmanlı topraklarına ulaşmasıyla başlar. 16. yüzyılda, Yemen Valisi Özdemir Paşa’nın Osmanlı sarayına kahve getirmesiyle bu lezzet, kısa sürede İstanbul’un gündelik hayatına yerleşmiş. Kahvenin pişirilme ve sunulma biçimi, Osmanlı mutfağında rafine bir teknikle geliştirilmiş; böylece bugünkü anlamıyla “Türk kahvesi” kavramı doğmuş.
Türk kahvesi, 17. yüzyılda Avrupa’ya yayılarak kahve kültürünün dünya çapında bir fenomene dönüşmesine de öncülük etmiş. Venedikli tüccar ve Osmanlı diplomatik heyetleri aracılığıyla kahve, Paris’ten Londra’ya uzanan bir yolculuğa çıkmış ve kısa sürede “Türk usulü kahve” adıyla anılmaya başlamış. Bugün ise bu tarihsel miras, Türk kahvesinin Unesco Somut Olmayan Kültürel Miras Listesi’ne girmesiyle taçlandırılmış durumda.
Türk kahvesinin Osmanlı toplumundaki etkisini anlamak için kahvehaneleri ele almak gerekir. İlk kahvehane, 1550’lerde Tahtakale’de açılmış ve kısa sürede hem halkın, hem de elit kesimin buluşma noktası haline gelmiş. Bu mekânlar yalnızca kahve içmek için değil, aynı zamanda sohbet etmek, kitap okumak, satranç oynamak ve hatta siyasi tartışmalar yapmak için bir araya gelinen yerlermiş. Kahvehaneler, Osmanlı İmparatorluğu’nun toplumsal dokusunu şekillendiren birer kültür merkezi olarak da işlev görmüş. Evlerde de kahve ikramı, misafirperverliğin en özel göstergesi olarak kabul edilmiş; gelin görmeye gelen misafirlere sunulan kahve, kız isteme ritüellerinin ayrılmaz bir parçası haline gelmiş.
Türk kahvesi, sadece gündelik hayatta değil, diplomatik ilişkilerde de önemli bir yer tutmuş. Osmanlı döneminde kahve, barış görüşmelerinde ya da diplomatik hediyelerde önemli bir rol oynarmış. Bir fincan kahve, bazen kelimelerle ifade edilemeyen jestlerin taşıyıcısı olurmuş. Edebiyat ve sanatta ise Türk kahvesi, ilham kaynağı olmaya devam etmiş. Divan şiirlerinde ve halk edebiyatında sıkça adı geçen kahve, bugün de romanlardan şarkılara kadar birçok eserde yer alır. Ressamların tablolarında, yönetmenlerin filmlerinde Türk kahvesinin zarif duruşunu görmek mümkün.
Türk kahvesi, bir fincandan çok daha fazlasını ifade ediyor. O, tarih boyunca toplumları bir araya getiren, sohbetleri derinleştiren ve kültürleri zenginleştiren bir miras aslında. Her yudumunda geçmişin hikâyelerini taşıyan bu kahve, aynı zamanda geleceğin de ilham kaynağı. Çünkü bir fincan Türk kahvesi, yalnızca köpüğü ve telvesiyle değil; hatırı, zarafeti ve kültürel anlamıyla da eşsizdir. En değerli dost sofralarının da baş misafiridir. Ne demişler:
Gönül ne kahve ister ne kahvehane. Gönül muhabbet ister kahve bahane.
Türk kahvesi, aromatik yapısı ve yoğun tadıyla kendine özgü bir içim deneyimi sunarken karamel, çikolata, fındık ve hafif baharatlı tonlar da kahvenin karakteristik tat profilini oluşturur. Pişirilme yöntemi sayesinde yüzeyinde oluşan kremsi köpük ve ince çekilmiş telvesiyle yumuşak ama yoğun bir doku elde edilir. Kahveye eşlik eden bu katmanlar, her yudumda damakta kalıcı ve derin bir iz bırakır. Türk kahvesinin düşük asiditesi, pürüzsüz bir içim sağlarken meyvemsi ve baharatlı alt notalar kahvenin çok yönlü tadını tamamlar. Asiditesinin düşük olması ise bu kahvenin çok kavrulan ve ince öğütülen bir kahve olmasıyla ilişkili.
Cezve ile demlenen ve suda çözülen bir kahve olduğu için dünyanın en ince öğütülmüş kahvesi de Türk kahvesidir!
Bir fincan kahve, dostlukları pekiştirir, hatıraları yaşatır ve bazen de hayat kurtarır.
Üsküdar’ın meşhur kahvecilerinden birinin hikayesi, bunu en güzel şekilde kanıtlar. Bir fincan kahvenin kırk yıllık hatırının öyküsü ise rivayete göre şöyle. Yemiş İskelesi’nde bir kahveci varmış, Üsküdar’ın meşhur kahvecilerinden biriymiş. Herkesin gelip kahvesini içip sohbet ettiği, derdini paylaştığı biriymiş bu kişi. Bir gün kahvehaneye bir yeniçeri gelmiş ve kahveciye, içeride yalnız başına oturan Rum gemi kaptanı hariç diğer herkese kahve ısmarlayacağını söylemiş.
Kahveci, yeniçerinin söylediklerini yerine getirmiş ama içinde bir rahatsızlık hissetmiş. Herkese kahve ikram ettikten sonra, iki fincan kahve daha yapıp Rum kaptanın yanına oturmuş ve “Hadi, seninle de içelim,” demiş. Yeniçeri, öfkeyle bağırarak, “Ona kahve vermemeni söylemedim mi sana?” diye çıkışınca, kahveci sakin bir şekilde, “Bu senin değil, benim ikramım,” diye cevap vermiş.
Aradan yıllar geçmiş. Bu olayın üzerinden tam 40 yıl sonra Sisam Adası’nda büyükçe bir Rum isyanı patlak vermiş. O zamanlar, Rumlar eline geçirdikleri insanları esir pazarında satmaktalarmış. Nitekim Üsküdarlı kahveci de bu insanlar arasındaymış ve yaşlı bir Rum tarafından satın alınmış.
Adamın kendisini öldüreceğini düşünen kahveci, yaşlı Rum’un yüzüne bakmış ve onun kendisine dostça baktığını görünce çok şaşırmış. Yaşlı Rum, kahveciyi serbest bırakıp ona şöyle demiş: “Bana 40 yıl önce bir kahve ikram ettin ve ben, o kahveyi de seni de unutmadım.”
Ve işte, “Bir kahvenin 40 yıl hatırı vardır” sözü, bu unutulmaz kahve ikramının anısının kaybolmaz bir hatırası olarak günümüze kadar ulaşmış...